Milyonlarca insanın yaşadığı bir metropolde her köşe başında
sana rastlayacakmışçasına umutla adımlar atıyorum. Sevgi mi, aşk mı, delilik mi
bilmiyorum; seç birini. Milyonlarca ihtimalin arasından senin çıkagelecek olma
ihtimalin, piyango gibi bir şey belki de. Aynı yerde, aynı saatte, aynı
dakikada, aynı saniyede olacağız ve denk geleceğiz. Bu çok mu aptalca yahut çok
mu çocukça, masum bir beklenti? Ben seni gördüğümden beri yaşama tutunmak için
böyle ufacık, imkanlar dahilinde bile olmayan dileklere tutunuyorum. O sokaktan
köşeyi döndüğümde senin karşımda olmayacağını elbette biliyorum, diğerinden de,
öbürkünden de, ama ya çıkacağın gelirse? Biliyor musun bu çocukça temenniler
gerçek olsa da bir şey değişmez. En fazla usulca yolumu değiştiririm. Mesele denk
gelmek yahut beni görmen meselesi de değil, mesele benim seni görmek arzum. Ben,
seni görmezsem, ölecek gibi hissediyorum. Seni görmezsem içimde bir yerde
yaşamamı sağlayan ne varsa, hayatımı devam ettirmek için gerekli tüm
faaliyetlerim, tüm uzuvlarım bir olup yönetimden bunalmış ve bir araya gelmiş
köylüler gibi isyan bayrağı çekecek ve ben bu isyanı yüzyıllarca
bastıramayacağım. “Seni görmek gibi bir kaygım var. Görsem sevginden öleceğim,
görmesem hasretinden…” diyor ya Zarifoğlu, aşağı yukarı öyle bir şey işte. Seni
gördüğüm an bana bir şeyler oluyor ve aklımı yitirmiş gibi oluyorum. Her buluşmamızda
zihnimi bir kenara koyuyorum ve öyle çıkıyorum karşına, benliğimi kaybediyorum
sanki ve senin karşında sadece kalpten ibaret bir şekilde duruyorum, o kadar çocukça,
o kadar sana bağlı bir hale geliyorum ki ne desen şartsız şurtsuz evet diyecek
bir şekilde boyun eğiyorum, her şeyi bir kenara bırakıp dudaklarından dökülecek
kelimelere odaklanıyorum ve onları henüz havadayken yere düşmeden yakalıyorum
bir istekse eğer gerçekleştirmek için dört yana koşturuyorum, bana baktığında senden
kaçan gözlerim yüzünü çevirdiğin o ufacık anlarda çorak toprakları yeşerten gülüşünü
yakalamak, hafifçe savrulan o saçlarını görmek için can atıyor. Bana seslendiğin
an tüm hücrelerim infilak ediyor ve sadece sana yönelip kuracağın cümlenin
devamını bekliyor. Dünyanın en mantıksız cümlesini de kursan – ki bu imkansız
çünkü her cümlen antolojilere girecek güzelliktedir -, bir anda bütün argümanlarımı
öne sürüp seni haklı çıkarmak için olağan bir çabayla çalışacak gibi oluyorum.
Sana rastlayabilecek olmak düşüncesi denize çıkan bir sokak
gibi, şehrin dar ve kasvetli, insan ve araç trafiğinden bunalmış, yürümeye dahi
yer kalmayan, insana nefes darlığı çektiren o berbat sokaklarından geçtikten
sonra denize çıkan bir sokak bulmak gibi; taş, toprak, heyelan, sel, ağaç, çukur,
çökük gibi sebeplerden muzdarip bir patika köy yolunda oraya buraya
savrulmaktan anası ağlamış bir arabanın yolun bittiği yerde asfalta kavuşması
ve o kavuşmadan sonra kendini bulup süzülmesi gibi, kimsenin doğum gününü
hatırlamadığını zannettiği için bütün gün bir köşeye çekilip tüm dünyaya küsmüş
gibi davranan küçük bir çocuğun kapı çaldığında elinde kocaman bir pastayla
gelen babasını gördüğünde yaşadığı o tarifsiz mutluluk gibi, sezonun en önemli,
ucunda kupa olan ve ölüm kalım olarak nitelendirilen maçında takımın en az
sevilen oyuncusunun attığı bir son dakika golünden sonra tribünlerdeki hınca
hınç insanların birkaç kat aşağı düşerek barbarca sevindiği anlardaki mutluluk gibi,
çocukları tarafından huzurevine terk edilmiş yaşlı bir teyzenin aylar sonra
gelen tek ziyaretçisini gördüğündeki o an gibi, aylardır emekleyen bebeklerinin
ilk adımlarını attığı anı gözlemleyen anne babasının sevinci gibi, aylardır kurak
giden havalardan sonra ekinlerinin susuz kaldığı için üzülen çiftçilerin bir
ikindi vakti bardaktan boşalırcasına yağan yağmuru gördüğünde evinin camından elinde
sıcak çayıyla seyrettiği bir an gibi, bir imamın cumadaki cemaatindeki sayıyı
vakit namazlardan birinde yakalaması gibi, bir kekemenin hiç teklemeden tüm
cümlelerini büyük bir heyecanla sıralayarak ilan-ı aşk ettikten sonra sevdiğinden
aşkına karşılık bulması gibi, bir babanın mezuniyet töreninde evlatlarıyla
gururlanması gibi, gibi, gibi, gibi…
Seni gördüğüm an saydığım yahut sayamadığım bildiğim ya da
bilmediğim dünyanın bütün coğrafyalarındaki yaşanmış yahut yaşanmamış tüm
güzellikler zihnime hücum ediyor. Seni gördüğüm an baştan aşağı bir mutluluk yumağına
dönüşüyorum. Stres, hüzün, acı, keder, gam ne varsa bir anda terk ediyor
bünyemi ve sadece senle doluyorum.
Biliyorum, belki sen de biliyorsun ki bir köşe başında sana
rastlama ihtimalim neredeyse yok. O kadar uzağız ki… Çok zaman girdiği her
yerde eğreti duran bir adam olarak kendimi yanında konumlandıramıyorum ve bu
mesafenin fiziki bir mesafe olmadığını biliyor ve en çok da o zamanları kendimi
kahrediyorum. Bir yerden sonra bu düşünceleri de terk edip gönlümde büyüyen
sevdana tutunuyorum sadece ve aşkın makbul olanının zaten imkansız olan olduğu gibi
bir düşünceye kapılıp kendimi teselli etmeye çalışırken bir gece yarısı
zihnimde çektirdiğin fotoğraf bana usulca gülümsüyor ve yeniden her şeye baştan
başlıyorum.
Denize çıkan bir sokağın ortasında rast düşsün yolumuz, el
ele tutuşup sahile inelim ve kimselerin olmadığı bir vakit eskimiş fakat birçok
aşka ev sahipliği yapmış o banka oturup saatlerce denizi seyredelim. Kalkmak
için tek sebebimiz senin üşüyebilecek olman olsun. Olmadı bir ateş yakıp onu da
bertaraf edelim ve öylece denizin dinginliğine, martıların uçuşuna, gemilerin
gidişine bırakalım kendimizi.
Ne olur, bir sokaktan çık gel, biraz da birlikte yürüyelim
bu şehrin yollarını.