sana rastlamak ihtimali!

 

Milyonlarca insanın yaşadığı bir metropolde her köşe başında sana rastlayacakmışçasına umutla adımlar atıyorum. Sevgi mi, aşk mı, delilik mi bilmiyorum; seç birini. Milyonlarca ihtimalin arasından senin çıkagelecek olma ihtimalin, piyango gibi bir şey belki de. Aynı yerde, aynı saatte, aynı dakikada, aynı saniyede olacağız ve denk geleceğiz. Bu çok mu aptalca yahut çok mu çocukça, masum bir beklenti? Ben seni gördüğümden beri yaşama tutunmak için böyle ufacık, imkanlar dahilinde bile olmayan dileklere tutunuyorum. O sokaktan köşeyi döndüğümde senin karşımda olmayacağını elbette biliyorum, diğerinden de, öbürkünden de, ama ya çıkacağın gelirse? Biliyor musun bu çocukça temenniler gerçek olsa da bir şey değişmez. En fazla usulca yolumu değiştiririm. Mesele denk gelmek yahut beni görmen meselesi de değil, mesele benim seni görmek arzum. Ben, seni görmezsem, ölecek gibi hissediyorum. Seni görmezsem içimde bir yerde yaşamamı sağlayan ne varsa, hayatımı devam ettirmek için gerekli tüm faaliyetlerim, tüm uzuvlarım bir olup yönetimden bunalmış ve bir araya gelmiş köylüler gibi isyan bayrağı çekecek ve ben bu isyanı yüzyıllarca bastıramayacağım. “Seni görmek gibi bir kaygım var. Görsem sevginden öleceğim, görmesem hasretinden…” diyor ya Zarifoğlu, aşağı yukarı öyle bir şey işte. Seni gördüğüm an bana bir şeyler oluyor ve aklımı yitirmiş gibi oluyorum. Her buluşmamızda zihnimi bir kenara koyuyorum ve öyle çıkıyorum karşına, benliğimi kaybediyorum sanki ve senin karşında sadece kalpten ibaret bir şekilde duruyorum, o kadar çocukça, o kadar sana bağlı bir hale geliyorum ki ne desen şartsız şurtsuz evet diyecek bir şekilde boyun eğiyorum, her şeyi bir kenara bırakıp dudaklarından dökülecek kelimelere odaklanıyorum ve onları henüz havadayken yere düşmeden yakalıyorum bir istekse eğer gerçekleştirmek için dört yana koşturuyorum, bana baktığında senden kaçan gözlerim yüzünü çevirdiğin o ufacık anlarda çorak toprakları yeşerten gülüşünü yakalamak, hafifçe savrulan o saçlarını görmek için can atıyor. Bana seslendiğin an tüm hücrelerim infilak ediyor ve sadece sana yönelip kuracağın cümlenin devamını bekliyor. Dünyanın en mantıksız cümlesini de kursan – ki bu imkansız çünkü her cümlen antolojilere girecek güzelliktedir -, bir anda bütün argümanlarımı öne sürüp seni haklı çıkarmak için olağan bir çabayla çalışacak gibi oluyorum.

Sana rastlayabilecek olmak düşüncesi denize çıkan bir sokak gibi, şehrin dar ve kasvetli, insan ve araç trafiğinden bunalmış, yürümeye dahi yer kalmayan, insana nefes darlığı çektiren o berbat sokaklarından geçtikten sonra denize çıkan bir sokak bulmak gibi; taş, toprak, heyelan, sel, ağaç, çukur, çökük gibi sebeplerden muzdarip bir patika köy yolunda oraya buraya savrulmaktan anası ağlamış bir arabanın yolun bittiği yerde asfalta kavuşması ve o kavuşmadan sonra kendini bulup süzülmesi gibi, kimsenin doğum gününü hatırlamadığını zannettiği için bütün gün bir köşeye çekilip tüm dünyaya küsmüş gibi davranan küçük bir çocuğun kapı çaldığında elinde kocaman bir pastayla gelen babasını gördüğünde yaşadığı o tarifsiz mutluluk gibi, sezonun en önemli, ucunda kupa olan ve ölüm kalım olarak nitelendirilen maçında takımın en az sevilen oyuncusunun attığı bir son dakika golünden sonra tribünlerdeki hınca hınç insanların birkaç kat aşağı düşerek barbarca sevindiği anlardaki mutluluk gibi, çocukları tarafından huzurevine terk edilmiş yaşlı bir teyzenin aylar sonra gelen tek ziyaretçisini gördüğündeki o an gibi, aylardır emekleyen bebeklerinin ilk adımlarını attığı anı gözlemleyen anne babasının sevinci gibi, aylardır kurak giden havalardan sonra ekinlerinin susuz kaldığı için üzülen çiftçilerin bir ikindi vakti bardaktan boşalırcasına yağan yağmuru gördüğünde evinin camından elinde sıcak çayıyla seyrettiği bir an gibi, bir imamın cumadaki cemaatindeki sayıyı vakit namazlardan birinde yakalaması gibi, bir kekemenin hiç teklemeden tüm cümlelerini büyük bir heyecanla sıralayarak ilan-ı aşk ettikten sonra sevdiğinden aşkına karşılık bulması gibi, bir babanın mezuniyet töreninde evlatlarıyla gururlanması gibi, gibi, gibi, gibi…

Seni gördüğüm an saydığım yahut sayamadığım bildiğim ya da bilmediğim dünyanın bütün coğrafyalarındaki yaşanmış yahut yaşanmamış tüm güzellikler zihnime hücum ediyor. Seni gördüğüm an baştan aşağı bir mutluluk yumağına dönüşüyorum. Stres, hüzün, acı, keder, gam ne varsa bir anda terk ediyor bünyemi ve sadece senle doluyorum.

Biliyorum, belki sen de biliyorsun ki bir köşe başında sana rastlama ihtimalim neredeyse yok. O kadar uzağız ki… Çok zaman girdiği her yerde eğreti duran bir adam olarak kendimi yanında konumlandıramıyorum ve bu mesafenin fiziki bir mesafe olmadığını biliyor ve en çok da o zamanları kendimi kahrediyorum. Bir yerden sonra bu düşünceleri de terk edip gönlümde büyüyen sevdana tutunuyorum sadece ve aşkın makbul olanının zaten imkansız olan olduğu gibi bir düşünceye kapılıp kendimi teselli etmeye çalışırken bir gece yarısı zihnimde çektirdiğin fotoğraf bana usulca gülümsüyor ve yeniden her şeye baştan başlıyorum.

Denize çıkan bir sokağın ortasında rast düşsün yolumuz, el ele tutuşup sahile inelim ve kimselerin olmadığı bir vakit eskimiş fakat birçok aşka ev sahipliği yapmış o banka oturup saatlerce denizi seyredelim. Kalkmak için tek sebebimiz senin üşüyebilecek olman olsun. Olmadı bir ateş yakıp onu da bertaraf edelim ve öylece denizin dinginliğine, martıların uçuşuna, gemilerin gidişine bırakalım kendimizi.

Ne olur, bir sokaktan çık gel, biraz da birlikte yürüyelim bu şehrin yollarını.